Doğan Apartmanı'nın avlusunda çocukluğumuz... Bugün ne vakit avluya girsem türlü yaramazlıkla birlikte öylece yerli yerinde durur... Kimi zaman akşam sefalarının, kimi zaman ortancaların ardına saklanır, çoğu zaman top peşinde çılgınca yuvarlanır... Sabah erken çıktığımız avluda güneşe-gölgeye göre oyunlar başlardı ya... Yakartop, istop, voleybol, basketbol ve elbette futbol... Toptan yusyuvarlak bir dünyaydı çocukluğumuz... Tabi bir de "sobanın borusu borunun sobası", "patates çuval çuval patates", lastik, holihop, halhal misali akla ziyanlar... Sonra kulaktan kulağa, sessiz sinemalar ve daha neler neler... Maydanozlu köfteler... :)
Bayramlarda apartman mukimleri tarafımızdan hilafsız üçer kez ziyaret olunur, toplanan bayram harçlıkları denkleştirilir; Kuledibi'nde Elyazar'a sefere gidilir; füzeden, mantardan, kızkaçırandan hayli yüklüce bir cephane meydana getirilirdi! Avluda fitilini ateşledğimiz kızkaçıranların dumanından zehirlenip de sancılar içinde kıvranarak üç gün üç gece yattığımı bilirim... En şahanesi saklambaç ve dolayısıyla kovalamaç... "Önüm arkam, sağım solum sobe, saklanmayan ebe!"... Değişen suretlerle birlikte patlayan çömlekler... Terasa, bodrum katları ve dahi panjur ardları... Terasadaki odaları kurcalardık çoğu defa... Kimi öylece bırakılmış derin bir zamansızlık içinde... Sandıklar, kitaplar, radyolar, fotoğraflar, mektuplar... Doğan Apartmanı'nın belleğiydi o odalar... Yakalandı mıydık Hamdi'ye, Suphi'ye, Sait'e ya da herhangi birine, can havliyle soluksuz koşmaya başlardık; binanın iki kanadını bağlayan çamaşırlığın çatısının üzerinden hop bir diğerine... Gaza bulayıp da ateşe verdiğimiz uzunca bir ipe bağlı bulaşık telinin çevrilmesiyle karanlığa saçılan kıvılcımlardan ışık şöleni misali anılar da bir bir yanıp sönüyor şimdi Sakallı Celal'in suretinde ve rivayetinde...
Doğan Apartmanı mukimleri, karşılıklı kapılarını birbirine halatla bağlayıp da zillerini çalarak kaçan, yaz aylarında neredeyse kırka varan nüfusuyla sabahtan akşama gürültüden adeta bir hortum yaratan —ki henüz boyumuz yerden bir metreye varmadan topumuzu alıp da Topkapı Sarayı'nı gezdiren Sevgili Mualla Teyzemiz (Mualla Anhegger Eyüboğlu) dahi bir Ramazan gününde oruç tahammülsüzlüğüyle çileden çıkıp balkonundan savuruverdiydi toprak saksıyı tepemize, ya Nesen 'Hanım' Teyze, evvel zeman İstanbul şivesiyle yalvarırdı yarım saatçik olsun girelim diye evlerimize— terasadaki odaları yılmadan karıştıran, damda cirid atan bizleri çatıdan uzak tutmak için olsa gerek diye düşünürdüm ya hep işte günün birinde 'Sakallı' diye bir adam yarattılardı büyüklerimiz...
Bıçaklar bilendi, en korkunç hikâyeler 'Sakallı' için dillendi... Yürürken sakalı uçuşurmuş havada, çocukları tuttuğu gibi bellerinden atarmış odalara... Ödümüz kopardı kopmasına amma yine de terasanın gizeminden kendimizi alamazdık öyle kolayına... Sonraki yıllar hakikaten tam bir kabustu, ne vakit terasaya çıksam ensemde 'Sakallı'nın nefesini hisseder; hangi kapı açılacak da fırlayıp beni yakalayacak diye korkudan o uzun koridorda gittikçe hızlanan neredeyse koşar adımlarla hiç durmaksızın, yerinden çıkacakmışçasına çarpan kalbim dolayısıyla da ardı arkası gelmeyen kabuslar...
2003 senesi kış aylarında bir akşam vapurla Ada'ya gelirken mutad vapur tayfasından Heybeliadalı bir zat oturdu karşıma... Söz kanatlanıp da daldan dala konarak her nasılsa Doğan Apartmanı'na derken Sakallı Celâl'e geldi bilmem nereden ve neden? Demez mi ki yazmakta olduğum kitaptaki portrelerden biri de Sakallı Celâl... Meğer hakikaten vaktiyle Doğan Apartmanı'nın çatı katındaki odalardan birinde yaşarmış Sakallı Celâl...
Derken evvela Orhan Karaveli,
Sakallı Celâl, İstanbul (Mayıs 2004).
ardından
Ümit Bayazoğlu., "Sakallı Celâl", Uzun İnce Yolcular (37 Portre), İstanbul (Ekim 2004)198-207.
kitaplarını neredeyse soluksuz okudum.
Çocukluğumun hayaleti suretinden kurtulup da birden canlanıverdi bir başka bambaşka Sakallı Celâl... Ne tuhaf çooook eskilerden tanırmışım gibi... Tanıyabilseymişim ah keşki... Halbuki 1973'te geldiğim bu dünyadan ne yazıktı ki çoktan ayrılmıştı Sakallı Celâl!
Aşiyan'daki mezar taşında şöyle yazarmış bilirsiniz:
"Celâl Yalınız (1886-1962)
Bağban bir gül için bin hare hizmetkâr olur."
Velhasılı melanur Sakallı Celâl'e dair kitaplar Doğan Apartmanı çocuklarına mutlaka tavsiye olunur...
Emine Çiğdem Tugay
)O(
* * *
Sakallı Celal Belgeseli* * *
Abdera 110 (23.8.2004)
http://www.abdera.com/html/celal.htmlSAKALLI CELAL
CELALLİ SAKAL(1886-1962)
Ankara vapurunda bir çımacı. Lamartine'in Le Lac'ını ezbere bilen sakallı bir çımacı. İstanbul'dan İzmir'e biletsiz gitmek için boğaz tokluğuna çımacılık yapan bir çımacı (Bir rivayete göre; vapura kaçak binmiş, yakalanınca da çımacı yapılmış). Adı Celal, Sakallı Celal.
Cumhuriyet'in ilk yılları. Mustafa Kemal Paşa'nın sarı bıyıklarını kestiği yıllar. Dolayısıyla hemen herkesin sakalı bıyığı kazıttığı yıllar. O günlerde, bir çuval sakalı olan bir adam: Sakallı Celal. Soyadı kanunu çıkınca YALNIZ soyadını alır.
Bir görüşe göre sakal bırakmasının ve bir daha hiç kesmemesinin nedeni, bazı sakallılara (Anatole France, Karl Marx, Tristan Bernard) duyduğu hayranlıktır.
Haldun Taner'e göre bu sakalın anlamı şu: Ben doğal bir insanım. İhtiraslarım yok. Paraya önem vermem. Bu yüzden sizin katlandığınız maskaralıklardan uzağım. Burjuva davranış kalıplarınıza metelik vermem. Hepinize kıs kıs gülüyorum içimden.
*
II. Abdülhamit'in bahriye nazırı Hüseyin Avni Paşa'nın oğlu. Galatasaray mezunu. Sağlıklı, güçlü, hazırcevap, espirili, kültürlü, içten, bekar, bakımsız, derbeder ama yerine göre titiz, babacan, ütopik-sosyalist-meczup...
*
Sosyalistliği platonik. Herhangi bir örgüte üye ya da sempatizan değil. Yine de Komintern'e katılmış (Kominern de ne mi? Komünistin komu, internasyonalın interni. O kadar). Fakat olay çıkarmış ve Rusya'dan kovulmuş. Dönüşte, Edirne gümrüğünde de Türk polisiyle başı derde girmiş.
İki kez komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklanmış. CHP Genel Sekreteri Recep Peker gibi, kendisini seven önemli kişilerin devreye girmesi nedeniyle hapishane ve mahkemelerde çok fazla sürünmediği söylenebilirmiş. Rusya'da niye baskı var, tam bir özgürlük yok diyenlere dermiş ki:
-Bu ülke dünyaya karşı koca biğ savaş veriyoğ arkadaşlağ. Oğada sefeğbeğlik henüz bitmedi ki sıkıyönetim kalksın (r'leri çoğu zaman ğ şeklinde söylermiş.)
Yapı Kredi Bankası'nın kurucusu Kazım Taşkent tarafından da kollanıp gözetilmiş. Taşkent; Sakallı Celal'e, Kuledibi'ndeki Doğan apartmanında bir oda tahsis etmiş.
*
Taşıt sevmez, hep yürürmüş. İki profösör arkadaşını (Ali Yar ile İsmail Hakkı Akyol'u) birer eliyle kaldırıp havada tutmuş. Haldun Taner şahit, gözleriyle görmüş.
*
Kısa bir süre memurluk yapmış. Aydın'da görev yaptığı okulun inşaatında da çalışmış. Diğer insanların taşıyamadıkları şeyleri taşımış. Ankara lisesi müdürü iken lağım (kanalizasyon) bozumuş. Bakanlığa bildirmiş. İdare etmesini istemiş bakanlık. Bunun üzerine tulumunu giymiş, kolları sıvamış, lağımı tamir etmeye koyulmuş. Tam bu sırada okula gelen müfettiş durumu tespit edip bakanlığa yetiştirmiş.
Bakanlık savunmasını istemiş: Ne işi varmış koca müdürün tulum ve boklar içinde. Yakışır mıymış Cumhuriyet'in koca müdürüne. Bakanlığa gitmiş ve savunmasını sözlü olarak yapmış Sakallı:
-Lağım patladı dedim, idare et dediniz. Ben de lağımı onarıp idare edeyim dedim. Lağıma takım elbise ile girecek değildim ya. Üstelik, idare etmenin bok içinde oturmak olduğunu da bilmiyordum.
*
Yine Ankara lisesindeyken, öğretmenler odasına bir resim asmış. Ünlü bir entomoloğun (böcek bilimcinin) şapkalı bir resmini. Cumhuriyetin ilk yılları. Henüz şapka devrimi yapılmamış. Öğretmenler mızırdanmışlar.
-Dinimize imanımıza dokunuyor bu resim. Bu resimdeki herifin şapkası var. İnsan resmi olan yere melek de girmez hem...
-Kesin lan demiş Sakallı. Sizin yüzünüzden adam başı açık dolaşacak değil ya güneşin altında.
*
Arkadaşlarının eşleri, ona acıdıklarından sık sık yemeğe çağırırlarmış. (Haldun Taner acıdıklarından demiyor da rikkate geldiklerinden diyor. Ben de rikkat desem ne olacak ki.) Onun davetli olduğu evde herkesi bir sevinç sararmış. Çünkü herkes ile çok iyi anlaşır, söyleşirmiş. Ahmet Haşim'e göre Sakallı Celal'i dinlemek; zevklerin en tatlısı, hazların en mutenasıymış. Doğaçlama esprilerle konuşmasını bir şölene dönüştürürmüş.
*
Bir arama sırasında polisler üzerinde bir silah bulmuş ve kimlik istemişler Sakallı'dan.
-Yok, demiş.
-Kimin nesisin demişler.
-Ben Japonum, demiş.
-Ama Türkçe konuşuyorsun.
-Ben, Türkçe konuşabilen Japonum.
-Peki, bu silahı ne yapacaksın?
-Polisleri vuracağım.
-Niçin?
-Niçini var mı? Ne zaman neyi savunacağınız belli değil. Dün hilafeti savunuyordunuz, bugün cumhuriyeti. Yarın yine hilafeti savunmaya kalkarsanız... O zaman hepinizi vuracağım bu silahla. Ona göre.
*
Fareleri çok sever ve fare beslermiş. Odasında bir fare köşesi varmış. O köşe, fareler için hazırlanmış bir lunapark gibiymiş.
*
Bir heykel törenle açılıyormuş. Bütün devlet büyükleri orada. Alkışlar, nutuklar.. Heykeli uzun uzun inceleyen Sakallı;
-Yahu demiş. Ne güzel şeyleri var bu atın.
*
Temizliğe önem vermediği söylenir. Sudan ve yıkanmaktan nefret ettiği, hayatı boyunca suya sabuna dokunmadan kolonya ile temizlendiği de söylenir.
Mikrop fobisi varmış. Eldivensiz hiçbir şeye dokunmazmış, kimsenin elini sıkmazmış. Perdelere el sürmez, baston sürermiş. Sokak kedi köpeklerini gazete kağıdıyla tutup severmiş. Giysilerini giyebildiği kadar giyer, sonra çıkarıp atarmış. Davetlerde ise gümüş çatal bıçakları alkollü pamuk ile silermiş çaktırmadan, ya da davet sahiplerinin gözünün içine baka baka.
*
Bir valizi varmış yanından ayırmadığı. İçinde ne mi varmış? Ne olacak; sefertası, Fransızca günlük gazeteler, Fransızca kitaplar...
*
Birisi için çivi gibi adamdır demiş bir keresinde. İtiraz etmişler.
-Ne çivisi yahu. Zayıf, sünepe herifin tekidir o.
-Yanlış anlaşıldım galiba demiş Sakallı. Çivi gibidir derken; kafasına vurmazsanız iş görmez, işe yaramaz demek istemiştim.
*
Namık İsmail'in atölyesinde resim, Siret Dosdoğru'nun muayenehanesinde diş hekimliği öğrenmiş (?) Çöpcü ücretlerinin düşüklüğünü protesto etmek için İstanbul'un en lüks semtlerini süpürmüş sırtında smokiniyle.
*
Türk aydınlarını yolculara benzetirmiş. Dümeni bozulmuş, karaya oturmak üzere Doğu'ya doğru giden bir gemide, arkaya doğru koşup, Batı'ya gidiyoruz kuruntusuna kapılan yolculara.
*
"Bizde bilgililer ilgisiz, ilgililer ise bilgisiz" buyurmuş. Haldun Taner'e göre, heder olmuş bir değer, ilgisiz bir bilgili. Ama niye öyleydi? Bu soruyu es mi geçmişti acaba Haldun Taner?
*
Mahir İz'in; önce hocası sonra mesai arkadaşı olmuş Ankara lisesinde. Kurtuluş savaşı yılları ve hemen sonrası.
Mahir İz, dinibütün bir öğrenci olduğu için Sakallı Celal'in kendisini sevmediğini, hatta kendisine taktığını düşünmüş. Ankara kadısının oğlu olan Mahir İz; Sakallı Celal'in çok iyi Fransızca bildiğini; fakat derslere geç gelmek, gelmemek, uzun uzun raporlar almak gibi huylarının olduğunu yazar. Ayrıca sağda solda ateizm propagandası yaptığını da. Bir rivayete göre, Üsküp'ten de ateizm propagandası yaptığı için kovalanmış. O yıllarda, Sakallı Celal için birkaç dize yazmıştır Mahir İz.
Bir muavin besliyor ki mektep gel gör afeti
Dübb-i ekberden nümune sanki kadd-ü kameti
Yıllar sonra Kadıköy vapurunda karşılaşmış iki eski arkadaş. Mahir İz sormuş:
-Efendim, sizi hala huzura kavuşmuş göremiyorum. Oysa; sizin istediklerinizi de, düşündüklerinizi de, hatta düşünemediklerinizi bile gerçekleştirdi Mustafa Kemal Paşa. Neden hala memnun değilsiniz, muhalifsiniz?
-Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? diye sormuş Sakallı Celal. Perde açılır. Karyolada bir hasta görürsün, bir de ilaçlarını veren hemşire. Biraz sonra; kulaklığı ve beyaz gömleğiyle doktor da gelir. Hastanın nabzına bakar, reçete yazar. Bu bir oyundur. Ortada aslında ne hasta, ne hemşire, ne de doktor vardır. Bunların hepsi, bilesin ki rolden ibarettir. İşte, bizim cumhuriyetimiz de "Yaşasın Cumhuriyet" rolünden ibarettir.
*
-Ne olacak abi bu memleketin hali demişler Sakallı'ya.
-Valla demiş. Tanzimat ilan ettik olmadı, Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet ilan ettik olmadı. Yahu bir de ciddiyet ilan etsek nasıl olur?
*
Aşağıdaki fotoğrafta Zeki Coşkun'un kitabından; İlhan Şevket arşivinden. İlhan Şevket de kim mi? Kim olacak; Bir Kılıç Artığı.
Yatar Aşiyan mezarlığında yıllardır.
KAYNAKLAR
1* Haldun TANER: Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil.
3. Basım, Bilgi Yayınevi, 1986
2* Mahir İZ: Yılların İzi. 2. Basım, Kitabevi Yayınları, 1990
3* Ümit BAYAZOĞLU: İstanbul Ansiklopedisi Sakallı Celal maddesi,
Tarih Vakfı ve Kültür Bakanlığı yayını, Cilt 6, 1994
4* İbrahim DEMİRCİ: M.Gazete, 21.3.2000
5* Süleyman BULUT: Tatara Titiri. Yılmaz Yayınları, 1990.
6* Zeki COŞKUN: Bir Kılıç Artığı. Yapı Kredi Yayınları, 2000
7* Ustura Sayı 79, 26 Haziran 1970
* 1. Fotograf: Ümit BAYAZOĞLU arşivi (3 No'lu kaynaktan)
* 2. Fotograf: İlhan ŞEVKET arşivi (6 No'lu kaynaktan)
* Karikatür: Ferruh DOĞAN (5 No'lu kaynaktan)
* * *
Milliyet, 12.7.2004
Ülkü Tamer
http://www.milliyet.com.tr/2004/07/12/pazar/yazulku.htmlBir gül için bin dikene katlanan bahçıvanOrhan Karaveli örnek bir çalışma niteliğindeki kitabında Sakallı Celal'in hayatının bilinmeyen yönlerini göz önüne seriyor
Bir ara dilimize ne çok takılmıştı: "Bizler Doğu'ya giden bir geminin güvertesinde Batı'ya doğru koşuyor, Batılılaştığımızı sanıyoruz."
Ya da: "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur."
Kaynağı kimdi bu sözlerin, pek merak etmezdik doğrusu. Sonradan öğrendik: Sakallı Celal'miş.
Peki, kimdi Sakallı Celal? Merak edenler bile, onun yaşamı üstüne üç-beş cümlelik bilgi edinebildiler, o kadar. Sakallı Celal bizler ve bizden sonra gelen kuşaklar için hep karanlıkta kaldı. Sanki yaşayıp yaşamadığı bile pek bilinmeyen bir halk bilgesiydi. Nasreddin Hoca gibi. İncili Çavuş gibi.
Düne kadar.
Orhan Karaveli, "Sakallı Celal" (Permagon Yayınları) kitabıyla Cevat Çapan'ın dediği gibi, "Örnek bir çalışma ile bu merakımızı giderdi".
Soyadının Yalnız olduğunu bile bu "sözlü tarih"le öğrendik.
* * *
1886-1962 yılları arasında yaşamış Sakallı Celal. Kökleri Bosna'ya uzanan bir ailenin, sonradan bahriye nazırı olan Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğluymuş. Öğrenimini Galatasaray Sultanisi'nde yaptıktan sonra Paris'e gitmiş. Yurda dönünce Üsküp'te, Anadolu'da öğretmenlik yapmış. İlkeleri yüzünden hiçbir okulda barınamamış. Kişiliğinden ödün vermektense "çekip gitmeyi" yeğlemiş. Kimseye eyvallah etmemiş. Her çeşit işe bulaşmış. Çımacılıktan, hamallıktan fabrika işçiliğine kadar. Yaşamının son yıllarını İstanbul'da, Kazım Taşkent'in kendisini yerleştirdiği Doğan Apartmanı'nda bir odada geçirmiş.
1942-1954 arasında aynı binada oturan Cahit Davran, şöyle anlatıyor Sakallı Celal'i: "Dev gibi bir adamdı. Temiz olmayan bir insan izlenimi bırakırdı ama, paradoksal olarak, tam bir temizlik hastasıydı. Öyle ki, karşılıklı konuşurken elindeki -genelde- Fransızca gazeteyi sizden mikrop kapmamak için ağzının önünde tutardı. (...) Konuşurken ağzının içine baktırırdı. Sosyal ve benzeri konularda Türk toplumunda gördüğü eksiklik ve aksaklıkları uzun uzun anlatırdı. (...) Çok kültürlü ve farklı bir insan olduğu her halinden belliydi. (...) Sevimliliğinin yanı sıra çok ciddi bir insandı. (...) 'Eksantrik' bir kişilik! Ve topluma adeta rest çekmiş bir hali vardı."
* * *
Karaveli'nin kitabında çeşitli yazarların Sakallı Celal'le ilgili görüşleri de yer alıyor. Mahir İz'in anılarından bir alıntıyı aktarmak istiyorum: "Bir gün (Sakallı Celal'e) Kadıköy vapurunda rastlamıştım. 'Sizi hâlâ huzura kavuşmuş göremiyorum. Siz ne istiyorsanız, ne düşünüyorsanız, hatta şimdiye kadar düşünmediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hâlâ memnun değilsiniz?' diye sordum. Bana 'Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün, başında ilaç veren bir de hemşire vardır. Biraz sonra doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar... (Aslında) ortada ne hasta, ne hemşire ne de doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim Cumhuriyetimiz de Yaşasın Cumhuriyet rolünden ibarettir' diye karşılık verdi!"
* * *
Ahmet Haşim anılarına değindiği bir yazısında "Ankara Lisesi'nin bahçesindeki havuzun başında akşamları Sakallı Celal'in harikulade saçmalarını dinlerdik" demiş.
Bir bakıma Melih Cevdet Anday'ın görüşünü destekliyor bu. Anday, Sakallı Celal'in savaşımlarının bugünün savaşım anlayışıyla bağdaşmaz olduğunu ileri sürüyor. "Sanki toplumu değiştirmek için değil, okumuş yazmışları şaşırtmak için bu yolu tutmuştur o" diyor. Haldun Taner her ayrıcalık hevesinin kökeninde -aranırsa- bir kompleks, bir göstermecilik duygusu yattığının görüldüğünü söylüyor. Ve ekliyor: "Alçakgönüllü değerlerin güme gittiği bir ortamda herkesin 'ben de varım' diye bar bar bağırması, kişilikte ya da görünümde -bazen ikisinde birden- abartıya varması doğal karşılanmalıdır."
* * *
Müdür yardımcılığından atıldığının ertesi günü bir boyacı sandığı edinerek okulunun önünde öğrencilerinin ayakkabısını boyayarak tepkisini gösteren bu sıra dışı insanın yaşamını keyifle okudum. Asıl ilgimi çeken, onun ödün vermez kişiliği oldu. Ankara Sultanisi müdürlüğü yaptığı dönemde öğrencileri mezun etmek konusunda "müşkülpesent" davranmaması istenmiş, "Ankara Sultanisi boyacı küpü değildir" diye yanıt verince vekalet emrine alınmıştı. Genç Maarif Vekili Hamdullah Suphi, bu konuda bir daha düşünmesini isteyince, şöyle demişti Sakallı Celal:
"Bak Hamdullah, Meşrutiyet ilan ettik, olmadı; Cumhuriyet'i getirdik, gene olmadı. Bir de Ciddiyet'i denemeye ne dersin?"
* * *
Sakallı Celal'in mezar taşında "Bağban bir gül için bin hare hizmet eder" yazıyormuş. Yani "Bahçıvan bir gül için bin dikene katlanır." Yaşamını okuyunca, Sakallı Celal'in bin dikenle yetinmediğini, katlanılacak başka dikenler peşine düştüğünü de gördüm.