27 Ocak 2011

kardeşimi çingeneler mi çalmış?...


Evvel zeman içinde kalbur saman içinde Doğan Apartmanı'nın C Blok 3. katı 33 no'lu dairesinde mukim bu satırların yazarı (Emine Çiğdem Demir) ve kardeşi (İsmail Serdar Demir), kuzinleriyle birlikte kendilerinden geçmiş bir vaziyette günün birinde vur patlasın çal oynasın neviinden balkonlu odanın yanındaki salonda, evin eşyasından aynalı bir büfenin önündeki aslan ayaklı masasının etrafında ayaklarındaki sabolarla dönüp durmakta, üstelik de sırası gelen masanın üzerine çıkıp atlamaktayken... Her nasılsa bu azgınlıktan bitap düşüp uyuya kaldıktan neden sonra... Dön dolaş aran taran Serdar yok ortada! Annem (Müjgân Demir) ameliyat hemşiresiydi ya o vakitlerde anlaşılan yine hastahanede... Eve gelen bakıcılar da türlü galeyan, hezeyan ve harekatla tarafımızdan itinayla savuşturulduğundan olsa gerektir yine Pakize (Coşar) Teyzem'e emanetiz cümlemiz...

Teyzem aklını yitirecekti az daha... Dön dolaş aran taran Serdar yok ortada! "Serdar! Serdar!..." haykırışları kulağımdadır hâlâ... Öylesine aklı başından gitmiş olmalı ki bir ara pencereden aşağı avluya da bakmış aşağıya mı düştü yoksa diye! Halbuki hafızam beni yanıltmıyorsa şayet arkadaşımız Ilgaz (Kuruyazıcı) —Sahi 'Ilgaz, sen Anadolu'nun yüce bir dağısın' da arayıp taradık bulamadık bir türlü mail adresini, bilen tanıyan varsa bildirsin emi— başına bir kadın çorabı geçirilmiş halde —televizyonda bir filmde öyle görüp örnek almş olmalıyız, sadece başına da değildi galiba dört bir yanına— tuvalet kapısının, Serdar ise bilmem hangi dolabın ardında! En nihayetinde çıkınca ortaya yer misin yemez misin!

Ertesi gün anneannem (Emine Akdoğan) komşumuz Mürvet Hanım Teyze'ye tüm bu olup bitenleri yüksek sesle anlatmaya çalışırken, tam tamına 2 kat altımızda oturan neredeyse duvar gibi sağır Mürvet Hanım Teyze, bizden gelen curcunanın seslerinden (!) şikâyet ettikten sonra Anneannem'in, kardeşim Serdar'ın kaybolduğunda Teyzem'in o şaşkınlık ve korkuyla yoksa pencereden mi düştü telaşıyla aşağıya avluya bakıp da 'Aşağıda yok!" dediğini anlatması üzerine ne dese beğenirsiniz: "A aaaa çocuk musun, durur mu hiç avluda ayol çingeneler çalmıştır zaar!..." :)

Boyumuzu aşan çepeçevre balkon tellerinin üzerinden yine evin kap kacak eşyasından birini avluya fırlattığımızı sanmış olacak! Sevgili Dostumuz Selah Özakın'ın dediği gibi... "Seni anca anladım Müşerref Hanım Teyze..."  misali...

Geçmiş zeman olur ki hâyâli...

Ada sahillerinden selâm ve sevgi,

Emine Çiğdem Tugay'dan
)O(

25 Ocak 2011

botton birâderler'in evlâdı da bir dem bu avludaydı...

Vapurlarımızı Vermiyoruz! kampanyası için kolları sıvadığımız o günlerde (Temmuz 2005) kampanyaya verdiği can-ı gönülden destekle yoldaşımız aynı zamanda da dostumuz olan Cemal Beşkardeş'in 10 parmağında 10 marifet ve dahi 1001 uğraşı içinde derken günün birinde yurtdışında şimdi unuttum bilmem nerede katıldığı bir toplantının öğle yemeğinde yanında oturan bir beyefendiyle havadan sudan açtıkları sohbette söz dönüp dolaşıp da "Nerelisiniz?"e gelince... Cemal Bey, "İstanbulluyum," cevabını verir vermez diğer Beyefendi, "Ben de İstanbulluyum," demesin mi? 

Peki ama nasıl? Portekiz nire? İstanbul nire? Şimdi haklı olarak merak edip soruyorsunuzdur zaar siz de... Peki ya bu zat-ı muhteremin bizlerle, Doğan Apartmanı ve çocuklarıyla acep âlâkası ne? 

Şöyle... 

Efendim meğer Cemal Bey'in o günkü yemekte yanında oturan Beyefendi'nin dedesi, Botton Han'ın (Doğan Apartmanı) vaktiyle sahiplerinden olan Mair Botton imiş! Hani Şubat 1919’da Helbig vârislerinin izâle-i şüyû talebiyle İstanbul İcra Dairesi’nin açık artırmasıyla Helbig Apartmanları'nı (Doğan Apartmanı) satın alıp da 27.9.1929’da binayı 18.800 sterlin bedelle Selânik Bankası’na ipotek ettiren Botton Biraderler, Selânik’te sigara kâğıdı matbaası sahibi ve ithalatçısı Mair de Botton Efendi ve müteahit David de Botton Efendi...

Cemal Bey, İstanbul'a döner dönmez ilk iş heyecanla bendenizi aradı böylelikle... Kulaklarıma inanamadım! Sevinçten yerimde zıp zıp zıpladım! :)

Ve derken günün birinde (13.6.2008) Paulo Botton, nişanlısı hanımefendiyle birlikte çıka geldi! Tünel'de buluşup eski Evlendirme Dairesi'nin yokuşundan aşağıya doğru koşar adım Doğan Apartmanı'nın yolunu tuttuk hep birlikte... (Canan Barım Alioğlu, Cemal Beşkardeş, Paulo Botton ve nişanlısı hanımefendi, Emine Çiğdem Tugay)



Yol boyunca meraklı gözlerle hangi bina büyükbabamındı diye bakınıyordu ki Serdar-ı Ekrem Sokak'ta sağ kolda bir evin kapısına doğru yönelip de yoksa bu muydu derken 


karşı sırada diğerinin yanında adeta bir heyyula gibi duran Doğan Apartmanı'nı işaret ettiğimizde gözlerine inanamayarak şaşkınlıktan bayılacaktı az daha!
Apartmana, avluya girişimizi görmeliydiniz mutlaka...





Sıcak mı sıcak bir gün... Başı dönercesine avluyu çepeçevre aşağıdan yukarıya yukarıdan aşağıya sağdan sola soldan sağa hayranlıkla inceledikten sonra çiçekli bahçedeki banklara oturup başladık bir güzel sohbete... 






Paulo Botton'un babası ve hala ve amcaları vaktiyle bizlere dahi taş çıkartacak raddede yaramaz olduklarındandır ki sırf avluya oynamaya indiklerinde —ekseriya bir olup diğer çocuklarla kıyasıya kavgaya tutuştuklarından olsa gerektir— cümlesine mukayyet olmak üzere bir mürebbiye tutulmuşmuş!




Evvel zeman içinde Botton Biraderler faslının hikâyesi de tamamlanır tamamlanmaz huzurlarınızda olacak böylelikle...


Cümle eş dost ahbaba selam ve sevgilerimle,

Emine Çiğdem Tugay
)O(

17 Ocak 2011

nadire hanım teyze'ye elveda...

Çocukluğumuz ve dahi ilk gençliğimizin neredeyse tamamına yakın bir kısmını geçirdiğimiz Doğan Apartmanı avlusundan mütemadiyen gelip geçen mutad zevat da hani sanki ailemiz misaliydi... Nadire Hanım Teyzemiz ile Sadi Bey Amcamız... Her geçen gün biraz daha uzaklaşan hayal meyal hatıralar arasında her ikisinin de samimiyet ve nezaketinin o günkü çocuğa tesiriyle hissettirdikleriyse bugünmüş gibi hatırımda...

Henüz konuşmaya başladığım günlerden birinde, Galatasaray Lisesi edebiyat öğretmenlerinden Nadire (Cumbul) Teyze'nin kendisine, "Büyüyünce Çiğdem'in Türkçesi ve edebiyatı iyi olacak," dediğini, annem nadiren de olsa hayretle dile getirirdi. Durma bir "Bak Ebru'ya, bak Yunus'a, bak Utku'ya..." kıyasıyla büyütülmüş bu çocuğun şahidi olduğu yegâne teveccühün hayatındaki yeri ve önemini, Nadire Hanım Teyze'nin aziz hatırasına hürmetle sizlerle paylaşmak istedim.

Bugün Fatih Camii'nde kılınacak öğle namazını (14:45) müteakiben kaldırılacak cenaze merasimine katılamayacak olmanın üzüntüsüyle acılarını yürekten paylaşarak, Sadi Bey Amca şahsında tüm ailesi ve yakınlarına sabırlar dilerim...

Emine Çiğdem Tugay
)O(

* * *
From: Doğan'da Çocuktuk... dogan.da.cocuktuk@gmail.com
Subject: Nadire (Cumbul) Teyze'ye elveda...
Date: January 17, 2011 10:31:01 AM GMT+02:00
To: DOĞAN APARTMANI çocukları
Apartmanımız sakinlerinden Sayın Nadire CUMBUL bugün (16.1.2011) Hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Cenazesi yarın (17.1.2011) Fatih Camiinden ikindi namazını [14:45] müteakiben kaldırılacaktır.
Kendisine Allahtan rahmet, ailesine sabır dileriz.
Apartman Yönetimi
* * *
From: YUNUS ENGİNDENİZ
Subject: Re: Nadire (Cumbul) Teyze'ye elveda...
Date: January 17, 2011 11:00:39 AM GMT+02:00
To: dogan.da.cocuktuk@gmail.com
En içten duygularımla mekanı cennet olsun diyorum, eşine sabır diliyorum..

* * *
From: EMREL AYKUT AKALIN
Subject: RE: nadire hanım teyze'ye elveda...
Date: January 17, 2011 2:44:25 PM GMT+02:00
To: emine.cigdem.tugay@gmail.com
Merhaba,
Çok üzüldüm. Mekanı cennet olsun inşallah. Doğan apartmanı için önemli bir insandı tek tek yapraklar dökülüyor.

03 Kasım 2010

çalışınca alırım anne...


Annem [Müjgân Demir] anlatıyor:
[...] Bunlardan hiç gözünü ayıramazsın, devamlı bakacaksın napıyor, öteki napıyor diye... Sonra telefon çaldı; ben de telefonla konuşayım dedim, arkadaşım Suzan'dı arayan. Telefonla konuşuyorum; ondan sonra birden bir baktım, başımı çevirdim ki Serdar ayaklarının parmak uçlarına basa basa tellerden [Hatırlıyorsunuz elbette değil mi? Doğan Apartmanı'nın C Bloğu'nda 3. katta No: 33'ün balkonu biz yaramazlara karşı tedbiren boydan boya telle çevrilmişti ya...] yukarıya kadar çıkmış, aaaaa nerdeyse uçacak oğlan, az kalmış; tel ne kadar biliyor musun, neredeyse sizin aynanın üzerine kadar; oraya kadar basa basa çıkmış; aaaa ben şimdi bıraktım telefonu, "Ne yapıyorsun," diye koştum hemen, ordan onu aldım, oradan geliyorum ki arkada "şangur şungur", yüksekçe bir dolabın üzerinde Sümerbank’ın bir tane vazosu var ama üstünün renklerine bayıldım yani çok beğendim ve aldım. Bu da [bendeniz Çiğdem] çıkmış oraya, ordan vazoyu çekmek isterken vazo şangır diye yere, bu sefer ben başımı çevirdim; biri kucağımda, öbürü gelmiş vazoyu kırmış; başımı çevirdim hemen daha bir şey söylemeden bu [bendeniz Çiğdem] dedi ki: “Çalışınca alırım anne,” [...]
)O(

28 Eylül 2010

civcivlere hiciv...

Koson
Rooster, Hen and Chick under Banana Tree

Chick, much only more quietly, then again only, animal sound, bird, farm sound bite


baykuş, kedicik derken eminim ki civcivlerimiz de geldi geçti aklınızdan değil mi? bir dem her ne demeyeyse hepimize birer civciv! sarısı, karası alacalısı... canım kardeşim serdar o kadar çok severdi ki civcivleri iki güne kalmaz severken severken birden elinde kalıverirdi civcivi! haydi mısır çarşısı kenarına bir sefer daha düzenlenir, bir civciv daha alınır derken çok geçmeden benzerdi akıbeti onun da diğerine! zaten cümlemizinki de yaşamazdı pek öyle biteviye... kimilerimizinkiyse nadiren palazlanır tam tavuk olacakken ortadan kayboluverirdi aniden, ebeveynlerin marifetiylen bilmem gerçi ya acep ne oluverirdi hemen? :)
)O(
emine çiğdem tugay

27 Eylül 2010

kedi sütünü içti mi?

Iwao Akiyama

Animal sound kitten, cat, farm sound bite


b bloğun kapısında mermer basamaklara oturmuşuz, anımsayan var mı acaba kim kimeyiz, kimlerleyiz diye? yuvarlak emaye bir tasın içinde süt... çepeçevre biz ve de yavru kedilerimiz... bir tek serdar'ınki içmiyordu sütünü derken tuttuğu gibi ensesinden daldırıverdiydi kediciğin başını tasın içine pisicik aç kalmasın diye... :)

emine çigdem tugay
)O(

3 kez ardı ardına öterse...


Koson, Scops Owl Over Crescent Moon, 1910-23.


Owl, bird, animal sound sound bite


"3 kez ardı ardına öterse cenaze çıkar evden," derlerdi ya hani... korkuyla sayardık o nedenle baykuş ötüşlerini...
biiir...
ikiii...
eyvah! üç!
peki ya ne olacak şimdi?


çıkardı da üstelik! bir de tuhaf ağır bir koku kalmış çocuk hafızamda doğan apartmanı'ndan cenaze çıktığı o günlerde havada salınan...

yıllar sonra kayınvalidem'den de dinlemiştim benzer bir hatıra... 1930'lardan ve dahi kim bilir zamanın hangi aralığından beri söylene gelirmiş bu hurafe anlaşılan...

"3 kez ardı ardına öterse baykuş cenaze çıkar evden," dediklerinden emirgân korusu sahilinde mukim o çocuk da baykuş öttü müydü üç kez ardı ardına geceleyin, endişeyle hane halkının tek tek yüzlerini incelermiş pür dikkatle... eyvah! acep kim çıkamayacak yarına diye...

tüm bu hurafelere inat ne de çok severim baykuşları... her şeyi görüp işittiklerinden midir, tam bir gece kuşu ve dahi gamlı olduğumdan mıdır yoksa mitoloji'de babası zeus'un başından doğan tanrıça athena'nın alamet-i farikası olmayı hak edecek raddede 'aklı fikri' temsil ettiğinden midir nedir çok ama pek çok severim bilge baykuşları... bilgisayar ekranıma tünemiştir japon stampasından çıkmış biri... sanmayın ki yukarıdaki, onu öyle çoook severim ki o en çocuk halimle kimselerle paylaşamam dahi... :)


emine çiğdem tugay
)O(

owl sound bite

22 Eylül 2010

büyüklerin ellerinden... küçüklerin gözlerinden...


Bayram geldi geçti derken hilafsız içimden de yüz kez geldi geçti ya türlü hengamede bir türlü yazamadım... Evvela büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim amma ve lakin asıl niyetim bayramlaşmak değil biz çocukların Doğan Apartmanı'ndaki bayram ziyaretlerini yad etmekti...

Geçenlerde "Bayramlarda apartman mukimleri tarafımızdan hilafsız üçer kez ziyaret olunur, toplanan bayram harçlıkları denkleştirilir; Kuledibi'nde Elyazar'a sefere gidilir; füzeden, mantardan, kızkaçırandan hayli yüklüce bir cephane meydana getirilirdi!" demiştik...

İşte bu bayram ziyaretleri arasında hatırımda yer edenlerden biri Zehra 'Hanım' Teyze'nin bayram kabulüdür. Zil çalınınca Şerife Abla tez çabukluğuyla kapıyı açıp içtenlikle bayramlaşır bayramlaşmaz kapının hemen karşısındaki balkonlu orta salona buyur ederdi. Birazdan Zehra Hanım Teyze iki bastonuyla gelir, eli öpülür derken lütfeder yer gösterirdi. Adam yerine konulup da baş köşedeki koltuğa oturtularak çikolatayla birlikte gümüş tepside kristal kadehle likör ikram edilen bu çocuk işte o vakit gerçekten bayram ederdi! Geçmiş bayramımız kutlu olsun!

Emine Çiğdem Tugay
)O(

31 Ağustos 2010

kaptığı gibi tası çanağı...

evet yoğurtçunun çanının sesi civar sokaklardan duyulur duyulmaz bizim yumurcak (serdar) kaptığı gibi tası çanağı merdivenlerden aşağı koşar adımla soluksuz fırlayıverirdi avluya... evde yoğurt varmış yokmuş kimin umrunda... çan çalmaktı bir tek derdi... çalardı da... bugünlerde sadece nişantaşı sokaklarında kimi kere rastlıyorum eski usul yoğurtçuya... her ne kadar bizim yoğurtçunun tablası mavi değil yeşildiyse de önlüğü kasketi hali tavrı bir başkaydıysa da doğan apartmanı'nın avlusundaki çocukluğumuza gidiyorum bugün bile yoğurtçunun çanı çalınınca... sokak satıcılarından söz açılmışken mısırcıyı, karpuzcuyu amma illa da arnavut zerzevatçıyı anlatmak gerek... şimdi değilse de bir başka sefere mutlaka hayatın sırtına yüklediği bin bir derde buruk amma gözlerinin içi gülerek sevgiyle bakan o koca kalpli adam gibi adamı anmak gerek...

Emine Çiğdem Tugay
)O(

30 Ağustos 2010

hoooop dedi kedi...

Emrah (Ünal), Esin (İleri), Çiğdem (Tugay) ve de kedi... Doğan Apartmanı'nın 'çiçekli bahçe'sindeydi... Yücel Tunca tam fotoğraf çekecekti ki hoooop dedi kucağa atlayıverdi fotojenik kedi! :) Ne de iyi etti...

Emine Çiğdem Tugay
)O(
Mine Söğüt, "Doğan Apartmanı 101 Yaşında Galata'da Görkemli Bir İhtiyar", İstanbul Life 4 (Eylül 1996)54-56.

29 Ağustos 2010

sümmüklü böccek...


Tuncay, Recep, Alexander, Esin İleri Albümü'nden.

Karşı komşumuz Carsten Meyer-Schlichtmann'ın oğlu Alexander, Apartman'a geldiğinde tek kelime Türkçe konuşamıyordu derken yaz geldi geçti kazıdan dönmüş pencerenin kenarında telefonda konuşuyordum ki avludan çatlak bir ses: "Çiddem leeeeeyyyyynnnnn, aşşağıyaaaaaa gel de top oynayalim uleyyyyn... hadi leyyyyynnn..." Yazın pişmiş de meğer İskender oluvermiş bizim Alexander...

Diye yazarken birden aklıma David'in apartmana gelişi geldi... Ne şirin bir veletti... Çiçekli bahçede durma bir budanıp iki yandan inadına habire filiz veren defnenin verev kesik gövdesinin üzerinde o küçücük elleriyle iki yandan uzayan dallara sımsıkı tutunmuş da öylece etrafına toplaşmış bizler misali muzurların marifetmiş gibi öğrettiği Türkçe kelimleri tekrarlamakta: "Sümmüklü böccek!... Sümmüklü böccek!..."

Emine Çiğdem Tugay
)O(

bak kim geliyor görüyor musun?

Doğan Apartmanı çocukları Gökmen (Atılan), Aykut (Akalın), Filiz (Akalın) ve de Mazhar Alanson, MFÖ'nün "Deli Deli Kulakları" küpeli şarkısının klibinde terasada, 1983.






25 Ağustos 2010

'hanım' teyzelere gelince...

Aykut (Akalın), Müzeyyen (Dinçer) Teyze, Güleser Abla, Nezahat (Sülün) Teyze, Madam Matild (Geuron).
Emrel Aykut Akalın Albümü'nden.


Erhan (Yakupoğlu) Teyze, Fatma (Demir) Teyze, Havva (Engindeniz) Teyze, Kutber Teyze, Mualla (Anhegger Eyüboğlu) Teyze, Muzaffer (Sertel) Teyze, Münire (Alpkurt) Teyze, Mürüvvet Teyze, Müzeyyen (Dinçer) Teyze, Naciye (Kuntman) Teyze, Nadire (Cumbul) Teyze, Nebahat (Sülün) Teyze, Nebile (Canova) Teyze, Nesen (Ozil) Teyze, Nevber (Dinçer) Teyze, Nezahat (Bektaş) Teyze, Nezihe (Demirrenk) Teyze, Nuran (Gökhan) Teyze, Pakize (Coşar) Teyze, Sabahat (Şensoy) Teyze, Suna Teyze, Yüksel (Çakaroğlu) Teyze, Zehra (Buharalı) Teyze, Zülfiye (Ünal) Teyze...

ve de benim annem, sizin Müjgân (Demir) Teyzeniz (8.10.1930-26.3.2008).

Üç Hanım... Bedia (İleri) Hanım, Fatma (Budaras) Hanım, Hayriye (Bozkurt) Hanım,
Bir Madam.... Madam Matild (Geuron)...
Bir de Matmazel Johannen (von Issendorf)...

İsimlerini şu an bir türlü anımsayamasam da halen gözümün önünde olan teyzeler de var elbette... Misal masal...

Hiç kopya vermiyorsunuz, oynamıyorum ama... :)

Emine Çiğdem Tugay
)O(


hiç dostu yok muydu yoksa?



Henüz yıkamış olduğu balkonun taşları ıslaktı kurumamıştı daha... "Kızım aman sakın balkona çıkma düşersin sonra," demeye kalmadan, ana sözü dinlemek nedir bilmeyen 3 yaşındaki o yaramazın kayıverdi ayağı bir anda... Derken başladı avazı çıktığı kadar ağlamaya... Annesi kızgınlıkla aldırmazdan geldi evvela... Ağlaması dinmek bilmeyen kızına endişeyle yaklaştı neden sonra... "Çiğdem canım kızım nen var? Söyle bir yerin mi acıyor yoksa?"... Küçük kız hıçkırıklar içinde hayır anlamında iki yana salladı başını yalnızca... Bitmek bilmeyen bir senfoniye dönüşünce ağlaması bir kez daha yineledi sorusunu anası... Yine aynı cevabı alınca da "Kızım peki neden ağlıyorsun o halde?" diye sordu şaşkınlıkla... Gözyaşları içinde hıçkırarak "düşenin dostu olmazmış," dedi kızı... "Bak ben senin dostunum ya kızım" diye teselli etti kızını anası...

Emine Çiğdem Tugay
)O(

Yahu! Hu! Hu! Kimse yok mu?

doğan'ın doğum günü hediyesi...

Emine Çiğdem (Demir) Tugay, "Doğan Apartmanı 100. Yaşın Kutlu Olsun!" Sergisi, Doğan Apartmanı, 24 Aralık 1994.

levâzımat depomuza dair bir film...

“Galata Kulesi Sokak No. 23” – Aysim Türkmen

Bu belgesel film, 37 yıldır Galata, Kuledibi’nde tuhafiyecilik yapan Elyazar’ın (Liezer Abravaya) Sümbül Tuhafiye’de Kuledibi mahallelileriyle kurduğu ilişkileri anlatmaktadır. Film süresince, 37 yıl boyu 3 jenerasyon Kuledibi gençlerinin buluşma yerleri olmuş Elyazar’ın dükkânının kapanmadan önceki son bir ayını seyrediyoruz. Bir yandan dükkânda süregelen sohbetlere, küçük kavgalara, şakalaşmalara tanık olurken bir yandan da, bu dükkânda buluşmuş 3 ayrı jenerasyon gençlerinin gözünden Elyazar’ı, Kuleliliği ve değişen Galata’yı izliyoruz.

Yönetmen, kurgu, görüntü yönetmen: Aysim Türkmen
Müzik: Tansu Kaner
Yapım: sinefilm

Aysim Türkmen
1973 İstanbul doğumlu. Şehir antropoloğu. New York Üniversitesi, Ortadoğu Çalışmaları Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. New York’taki New School Üniversitesi’nde bir yıllık film sertifika programına katılarak ilk filmi ‘Sanki Bugün Gibi’yi (16mm) çekti. Erkin Peprek ile birlikte yönettiği ‘Kapital-ist-anbul’ filmi 1. Akbank Kısa Film Yarışması’nda En İyi Belgesel Ödülü’nü aldı. Kent-iz adlı mimar, şehir planlamacılar ve şehir antropologlarının ortak yürüttüğü Galata odaklı bir atölye çalışmasının aktif üyesidir. Açık Radyo’da Metropolitika adlı radyo programının Korhan Gümüş ile birlikte yapımcısı ve sunucusudur. Yıldız Üniversitesi Bileşik Sanatlar Bölümü’nde şehir antropolojisi dersleri vermektedir.

23 Ağustos 2010

Hiiiii!!! Sakallı Celâl...

Doğan Apartmanı'nın avlusunda çocukluğumuz... Bugün ne vakit avluya girsem türlü yaramazlıkla birlikte öylece yerli yerinde durur... Kimi zaman akşam sefalarının, kimi zaman ortancaların ardına saklanır, çoğu zaman top peşinde çılgınca yuvarlanır... Sabah erken çıktığımız avluda güneşe-gölgeye göre oyunlar başlardı ya... Yakartop, istop, voleybol, basketbol ve elbette futbol... Toptan yusyuvarlak bir dünyaydı çocukluğumuz... Tabi bir de "sobanın borusu borunun sobası", "patates çuval çuval patates", lastik, holihop, halhal misali akla ziyanlar... Sonra kulaktan kulağa, sessiz sinemalar ve daha neler neler... Maydanozlu köfteler... :)

Bayramlarda apartman mukimleri tarafımızdan hilafsız üçer kez ziyaret olunur, toplanan bayram harçlıkları denkleştirilir; Kuledibi'nde Elyazar'a sefere gidilir; füzeden, mantardan, kızkaçırandan hayli yüklüce bir cephane meydana getirilirdi! Avluda fitilini ateşledğimiz kızkaçıranların dumanından zehirlenip de sancılar içinde kıvranarak üç gün üç gece yattığımı bilirim... En şahanesi saklambaç ve dolayısıyla kovalamaç... "Önüm arkam, sağım solum sobe, saklanmayan ebe!"... Değişen suretlerle birlikte patlayan çömlekler... Terasa, bodrum katları ve dahi panjur ardları... Terasadaki odaları kurcalardık çoğu defa... Kimi öylece bırakılmış derin bir zamansızlık içinde... Sandıklar, kitaplar, radyolar, fotoğraflar, mektuplar... Doğan Apartmanı'nın belleğiydi o odalar... Yakalandı mıydık Hamdi'ye, Suphi'ye, Sait'e ya da herhangi birine, can havliyle soluksuz koşmaya başlardık; binanın iki kanadını bağlayan çamaşırlığın çatısının üzerinden hop bir diğerine... Gaza bulayıp da ateşe verdiğimiz uzunca bir ipe bağlı bulaşık telinin çevrilmesiyle karanlığa saçılan kıvılcımlardan ışık şöleni misali anılar da bir bir yanıp sönüyor şimdi Sakallı Celal'in suretinde ve rivayetinde...

Doğan Apartmanı mukimleri, karşılıklı kapılarını birbirine halatla bağlayıp da zillerini çalarak kaçan, yaz aylarında neredeyse kırka varan nüfusuyla sabahtan akşama gürültüden adeta bir hortum yaratan —ki henüz boyumuz yerden bir metreye varmadan topumuzu alıp da Topkapı Sarayı'nı gezdiren Sevgili Mualla Teyzemiz (Mualla Anhegger Eyüboğlu) dahi bir Ramazan gününde oruç tahammülsüzlüğüyle çileden çıkıp balkonundan savuruverdiydi toprak saksıyı tepemize, ya Nesen 'Hanım' Teyze, evvel zeman İstanbul şivesiyle yalvarırdı yarım saatçik olsun girelim diye evlerimize— terasadaki odaları yılmadan karıştıran, damda cirid atan bizleri çatıdan uzak tutmak için olsa gerek diye düşünürdüm ya hep işte günün birinde 'Sakallı' diye bir adam yarattılardı büyüklerimiz...

Bıçaklar bilendi, en korkunç hikâyeler 'Sakallı' için dillendi... Yürürken sakalı uçuşurmuş havada, çocukları tuttuğu gibi bellerinden atarmış odalara... Ödümüz kopardı kopmasına amma yine de terasanın gizeminden kendimizi alamazdık öyle kolayına... Sonraki yıllar hakikaten tam bir kabustu, ne vakit terasaya çıksam ensemde 'Sakallı'nın nefesini hisseder; hangi kapı açılacak da fırlayıp beni yakalayacak diye korkudan o uzun koridorda gittikçe hızlanan neredeyse koşar adımlarla hiç durmaksızın, yerinden çıkacakmışçasına çarpan kalbim dolayısıyla da ardı arkası gelmeyen kabuslar...

2003 senesi kış aylarında bir akşam vapurla Ada'ya gelirken mutad vapur tayfasından Heybeliadalı bir zat oturdu karşıma... Söz kanatlanıp da daldan dala konarak her nasılsa Doğan Apartmanı'na derken Sakallı Celâl'e geldi bilmem nereden ve neden? Demez mi ki yazmakta olduğum kitaptaki portrelerden biri de Sakallı Celâl... Meğer hakikaten vaktiyle Doğan Apartmanı'nın çatı katındaki odalardan birinde yaşarmış Sakallı Celâl...

Derken evvela Orhan Karaveli, Sakallı Celâl, İstanbul (Mayıs 2004).
ardından
Ümit Bayazoğlu., "Sakallı Celâl", Uzun İnce Yolcular (37 Portre), İstanbul (Ekim 2004)198-207.
kitaplarını neredeyse soluksuz okudum.

Çocukluğumun hayaleti suretinden kurtulup da birden canlanıverdi bir başka bambaşka Sakallı Celâl... Ne tuhaf çooook eskilerden tanırmışım gibi... Tanıyabilseymişim ah keşki... Halbuki 1973'te geldiğim bu dünyadan ne yazıktı ki çoktan ayrılmıştı Sakallı Celâl!

Aşiyan'daki mezar taşında şöyle yazarmış bilirsiniz:

"Celâl Yalınız (1886-1962)
Bağban bir gül için bin hare hizmetkâr olur."


Velhasılı melanur Sakallı Celâl'e dair kitaplar Doğan Apartmanı çocuklarına mutlaka tavsiye olunur...

Emine Çiğdem Tugay
)O(

* * *

Sakallı Celal Belgeseli



* * *
Abdera 110 (23.8.2004)

http://www.abdera.com/html/celal.html

SAKALLI CELAL
CELALLİ SAKAL

(1886-1962)



Ankara vapurunda bir çımacı. Lamartine'in Le Lac'ını ezbere bilen sakallı bir çımacı. İstanbul'dan İzmir'e biletsiz gitmek için boğaz tokluğuna çımacılık yapan bir çımacı (Bir rivayete göre; vapura kaçak binmiş, yakalanınca da çımacı yapılmış). Adı Celal, Sakallı Celal.

Cumhuriyet'in ilk yılları. Mustafa Kemal Paşa'nın sarı bıyıklarını kestiği yıllar. Dolayısıyla hemen herkesin sakalı bıyığı kazıttığı yıllar. O günlerde, bir çuval sakalı olan bir adam: Sakallı Celal. Soyadı kanunu çıkınca YALNIZ soyadını alır.

Bir görüşe göre sakal bırakmasının ve bir daha hiç kesmemesinin nedeni, bazı sakallılara (Anatole France, Karl Marx, Tristan Bernard) duyduğu hayranlıktır.

Haldun Taner'e göre bu sakalın anlamı şu: Ben doğal bir insanım. İhtiraslarım yok. Paraya önem vermem. Bu yüzden sizin katlandığınız maskaralıklardan uzağım. Burjuva davranış kalıplarınıza metelik vermem. Hepinize kıs kıs gülüyorum içimden.

*

II. Abdülhamit'in bahriye nazırı Hüseyin Avni Paşa'nın oğlu. Galatasaray mezunu. Sağlıklı, güçlü, hazırcevap, espirili, kültürlü, içten, bekar, bakımsız, derbeder ama yerine göre titiz, babacan, ütopik-sosyalist-meczup...

*

Sosyalistliği platonik. Herhangi bir örgüte üye ya da sempatizan değil. Yine de Komintern'e katılmış (Kominern de ne mi? Komünistin komu, internasyonalın interni. O kadar). Fakat olay çıkarmış ve Rusya'dan kovulmuş. Dönüşte, Edirne gümrüğünde de Türk polisiyle başı derde girmiş.

İki kez komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklanmış. CHP Genel Sekreteri Recep Peker gibi, kendisini seven önemli kişilerin devreye girmesi nedeniyle hapishane ve mahkemelerde çok fazla sürünmediği söylenebilirmiş. Rusya'da niye baskı var, tam bir özgürlük yok diyenlere dermiş ki:

-Bu ülke dünyaya karşı koca biğ savaş veriyoğ arkadaşlağ. Oğada sefeğbeğlik henüz bitmedi ki sıkıyönetim kalksın (r'leri çoğu zaman ğ şeklinde söylermiş.)

Yapı Kredi Bankası'nın kurucusu Kazım Taşkent tarafından da kollanıp gözetilmiş. Taşkent; Sakallı Celal'e, Kuledibi'ndeki Doğan apartmanında bir oda tahsis etmiş.

*

Taşıt sevmez, hep yürürmüş. İki profösör arkadaşını (Ali Yar ile İsmail Hakkı Akyol'u) birer eliyle kaldırıp havada tutmuş. Haldun Taner şahit, gözleriyle görmüş.

*

Kısa bir süre memurluk yapmış. Aydın'da görev yaptığı okulun inşaatında da çalışmış. Diğer insanların taşıyamadıkları şeyleri taşımış. Ankara lisesi müdürü iken lağım (kanalizasyon) bozumuş. Bakanlığa bildirmiş. İdare etmesini istemiş bakanlık. Bunun üzerine tulumunu giymiş, kolları sıvamış, lağımı tamir etmeye koyulmuş. Tam bu sırada okula gelen müfettiş durumu tespit edip bakanlığa yetiştirmiş.

Bakanlık savunmasını istemiş: Ne işi varmış koca müdürün tulum ve boklar içinde. Yakışır mıymış Cumhuriyet'in koca müdürüne. Bakanlığa gitmiş ve savunmasını sözlü olarak yapmış Sakallı:
-Lağım patladı dedim, idare et dediniz. Ben de lağımı onarıp idare edeyim dedim. Lağıma takım elbise ile girecek değildim ya. Üstelik, idare etmenin bok içinde oturmak olduğunu da bilmiyordum.

*

Yine Ankara lisesindeyken, öğretmenler odasına bir resim asmış. Ünlü bir entomoloğun (böcek bilimcinin) şapkalı bir resmini. Cumhuriyetin ilk yılları. Henüz şapka devrimi yapılmamış. Öğretmenler mızırdanmışlar.
-Dinimize imanımıza dokunuyor bu resim. Bu resimdeki herifin şapkası var. İnsan resmi olan yere melek de girmez hem...
-Kesin lan demiş Sakallı. Sizin yüzünüzden adam başı açık dolaşacak değil ya güneşin altında.

*

Arkadaşlarının eşleri, ona acıdıklarından sık sık yemeğe çağırırlarmış. (Haldun Taner acıdıklarından demiyor da rikkate geldiklerinden diyor. Ben de rikkat desem ne olacak ki.) Onun davetli olduğu evde herkesi bir sevinç sararmış. Çünkü herkes ile çok iyi anlaşır, söyleşirmiş. Ahmet Haşim'e göre Sakallı Celal'i dinlemek; zevklerin en tatlısı, hazların en mutenasıymış. Doğaçlama esprilerle konuşmasını bir şölene dönüştürürmüş.

*

Bir arama sırasında polisler üzerinde bir silah bulmuş ve kimlik istemişler Sakallı'dan.
-Yok, demiş.
-Kimin nesisin demişler.
-Ben Japonum, demiş.
-Ama Türkçe konuşuyorsun.
-Ben, Türkçe konuşabilen Japonum.
-Peki, bu silahı ne yapacaksın?
-Polisleri vuracağım.
-Niçin?
-Niçini var mı? Ne zaman neyi savunacağınız belli değil. Dün hilafeti savunuyordunuz, bugün cumhuriyeti. Yarın yine hilafeti savunmaya kalkarsanız... O zaman hepinizi vuracağım bu silahla. Ona göre.

*

Fareleri çok sever ve fare beslermiş. Odasında bir fare köşesi varmış. O köşe, fareler için hazırlanmış bir lunapark gibiymiş.

*

Bir heykel törenle açılıyormuş. Bütün devlet büyükleri orada. Alkışlar, nutuklar.. Heykeli uzun uzun inceleyen Sakallı;
-Yahu demiş. Ne güzel şeyleri var bu atın.

*

Temizliğe önem vermediği söylenir. Sudan ve yıkanmaktan nefret ettiği, hayatı boyunca suya sabuna dokunmadan kolonya ile temizlendiği de söylenir.

Mikrop fobisi varmış. Eldivensiz hiçbir şeye dokunmazmış, kimsenin elini sıkmazmış. Perdelere el sürmez, baston sürermiş. Sokak kedi köpeklerini gazete kağıdıyla tutup severmiş. Giysilerini giyebildiği kadar giyer, sonra çıkarıp atarmış. Davetlerde ise gümüş çatal bıçakları alkollü pamuk ile silermiş çaktırmadan, ya da davet sahiplerinin gözünün içine baka baka.

*

Bir valizi varmış yanından ayırmadığı. İçinde ne mi varmış? Ne olacak; sefertası, Fransızca günlük gazeteler, Fransızca kitaplar...

*

Birisi için çivi gibi adamdır demiş bir keresinde. İtiraz etmişler.
-Ne çivisi yahu. Zayıf, sünepe herifin tekidir o.
-Yanlış anlaşıldım galiba demiş Sakallı. Çivi gibidir derken; kafasına vurmazsanız iş görmez, işe yaramaz demek istemiştim.

*

Namık İsmail'in atölyesinde resim, Siret Dosdoğru'nun muayenehanesinde diş hekimliği öğrenmiş (?) Çöpcü ücretlerinin düşüklüğünü protesto etmek için İstanbul'un en lüks semtlerini süpürmüş sırtında smokiniyle.

*


Türk aydınlarını yolculara benzetirmiş. Dümeni bozulmuş, karaya oturmak üzere Doğu'ya doğru giden bir gemide, arkaya doğru koşup, Batı'ya gidiyoruz kuruntusuna kapılan yolculara.

*

"Bizde bilgililer ilgisiz, ilgililer ise bilgisiz" buyurmuş. Haldun Taner'e göre, heder olmuş bir değer, ilgisiz bir bilgili. Ama niye öyleydi? Bu soruyu es mi geçmişti acaba Haldun Taner?

*

Mahir İz'in; önce hocası sonra mesai arkadaşı olmuş Ankara lisesinde. Kurtuluş savaşı yılları ve hemen sonrası.

Mahir İz, dinibütün bir öğrenci olduğu için Sakallı Celal'in kendisini sevmediğini, hatta kendisine taktığını düşünmüş. Ankara kadısının oğlu olan Mahir İz; Sakallı Celal'in çok iyi Fransızca bildiğini; fakat derslere geç gelmek, gelmemek, uzun uzun raporlar almak gibi huylarının olduğunu yazar. Ayrıca sağda solda ateizm propagandası yaptığını da. Bir rivayete göre, Üsküp'ten de ateizm propagandası yaptığı için kovalanmış. O yıllarda, Sakallı Celal için birkaç dize yazmıştır Mahir İz.

Bir muavin besliyor ki mektep gel gör afeti
Dübb-i ekberden nümune sanki kadd-ü kameti

Yıllar sonra Kadıköy vapurunda karşılaşmış iki eski arkadaş. Mahir İz sormuş:

-Efendim, sizi hala huzura kavuşmuş göremiyorum. Oysa; sizin istediklerinizi de, düşündüklerinizi de, hatta düşünemediklerinizi bile gerçekleştirdi Mustafa Kemal Paşa. Neden hala memnun değilsiniz, muhalifsiniz?

-Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? diye sormuş Sakallı Celal. Perde açılır. Karyolada bir hasta görürsün, bir de ilaçlarını veren hemşire. Biraz sonra; kulaklığı ve beyaz gömleğiyle doktor da gelir. Hastanın nabzına bakar, reçete yazar. Bu bir oyundur. Ortada aslında ne hasta, ne hemşire, ne de doktor vardır. Bunların hepsi, bilesin ki rolden ibarettir. İşte, bizim cumhuriyetimiz de "Yaşasın Cumhuriyet" rolünden ibarettir.

*

-Ne olacak abi bu memleketin hali demişler Sakallı'ya.
-Valla demiş. Tanzimat ilan ettik olmadı, Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet ilan ettik olmadı. Yahu bir de ciddiyet ilan etsek nasıl olur?

*

Aşağıdaki fotoğrafta Zeki Coşkun'un kitabından; İlhan Şevket arşivinden. İlhan Şevket de kim mi? Kim olacak; Bir Kılıç Artığı.

Yatar Aşiyan mezarlığında yıllardır.



KAYNAKLAR

1* Haldun TANER: Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil.
3. Basım, Bilgi Yayınevi, 1986
2* Mahir İZ: Yılların İzi. 2. Basım, Kitabevi Yayınları, 1990
3* Ümit BAYAZOĞLU: İstanbul Ansiklopedisi Sakallı Celal maddesi,
Tarih Vakfı ve Kültür Bakanlığı yayını, Cilt 6, 1994
4* İbrahim DEMİRCİ: M.Gazete, 21.3.2000
5* Süleyman BULUT: Tatara Titiri. Yılmaz Yayınları, 1990.
6* Zeki COŞKUN: Bir Kılıç Artığı. Yapı Kredi Yayınları, 2000
7* Ustura Sayı 79, 26 Haziran 1970
* 1. Fotograf: Ümit BAYAZOĞLU arşivi (3 No'lu kaynaktan)
* 2. Fotograf: İlhan ŞEVKET arşivi (6 No'lu kaynaktan)
* Karikatür: Ferruh DOĞAN (5 No'lu kaynaktan)


* * *

Milliyet, 12.7.2004
Ülkü Tamer

http://www.milliyet.com.tr/2004/07/12/pazar/yazulku.html


Bir gül için bin dikene katlanan bahçıvan

Orhan Karaveli örnek bir çalışma niteliğindeki kitabında Sakallı Celal'in hayatının bilinmeyen yönlerini göz önüne seriyor

Bir ara dilimize ne çok takılmıştı: "Bizler Doğu'ya giden bir geminin güvertesinde Batı'ya doğru koşuyor, Batılılaştığımızı sanıyoruz."
Ya da: "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur."
Kaynağı kimdi bu sözlerin, pek merak etmezdik doğrusu. Sonradan öğrendik: Sakallı Celal'miş.
Peki, kimdi Sakallı Celal? Merak edenler bile, onun yaşamı üstüne üç-beş cümlelik bilgi edinebildiler, o kadar. Sakallı Celal bizler ve bizden sonra gelen kuşaklar için hep karanlıkta kaldı. Sanki yaşayıp yaşamadığı bile pek bilinmeyen bir halk bilgesiydi. Nasreddin Hoca gibi. İncili Çavuş gibi.
Düne kadar.
Orhan Karaveli, "Sakallı Celal" (Permagon Yayınları) kitabıyla Cevat Çapan'ın dediği gibi, "Örnek bir çalışma ile bu merakımızı giderdi".
Soyadının Yalnız olduğunu bile bu "sözlü tarih"le öğrendik.

* * *

1886-1962 yılları arasında yaşamış Sakallı Celal. Kökleri Bosna'ya uzanan bir ailenin, sonradan bahriye nazırı olan Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğluymuş. Öğrenimini Galatasaray Sultanisi'nde yaptıktan sonra Paris'e gitmiş. Yurda dönünce Üsküp'te, Anadolu'da öğretmenlik yapmış. İlkeleri yüzünden hiçbir okulda barınamamış. Kişiliğinden ödün vermektense "çekip gitmeyi" yeğlemiş. Kimseye eyvallah etmemiş. Her çeşit işe bulaşmış. Çımacılıktan, hamallıktan fabrika işçiliğine kadar. Yaşamının son yıllarını İstanbul'da, Kazım Taşkent'in kendisini yerleştirdiği Doğan Apartmanı'nda bir odada geçirmiş.
1942-1954 arasında aynı binada oturan Cahit Davran, şöyle anlatıyor Sakallı Celal'i: "Dev gibi bir adamdı. Temiz olmayan bir insan izlenimi bırakırdı ama, paradoksal olarak, tam bir temizlik hastasıydı. Öyle ki, karşılıklı konuşurken elindeki -genelde- Fransızca gazeteyi sizden mikrop kapmamak için ağzının önünde tutardı. (...) Konuşurken ağzının içine baktırırdı. Sosyal ve benzeri konularda Türk toplumunda gördüğü eksiklik ve aksaklıkları uzun uzun anlatırdı. (...) Çok kültürlü ve farklı bir insan olduğu her halinden belliydi. (...) Sevimliliğinin yanı sıra çok ciddi bir insandı. (...) 'Eksantrik' bir kişilik! Ve topluma adeta rest çekmiş bir hali vardı."

* * *

Karaveli'nin kitabında çeşitli yazarların Sakallı Celal'le ilgili görüşleri de yer alıyor. Mahir İz'in anılarından bir alıntıyı aktarmak istiyorum: "Bir gün (Sakallı Celal'e) Kadıköy vapurunda rastlamıştım. 'Sizi hâlâ huzura kavuşmuş göremiyorum. Siz ne istiyorsanız, ne düşünüyorsanız, hatta şimdiye kadar düşünmediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hâlâ memnun değilsiniz?' diye sordum. Bana 'Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün, başında ilaç veren bir de hemşire vardır. Biraz sonra doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar... (Aslında) ortada ne hasta, ne hemşire ne de doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim Cumhuriyetimiz de Yaşasın Cumhuriyet rolünden ibarettir' diye karşılık verdi!"

* * *

Ahmet Haşim anılarına değindiği bir yazısında "Ankara Lisesi'nin bahçesindeki havuzun başında akşamları Sakallı Celal'in harikulade saçmalarını dinlerdik" demiş.
Bir bakıma Melih Cevdet Anday'ın görüşünü destekliyor bu. Anday, Sakallı Celal'in savaşımlarının bugünün savaşım anlayışıyla bağdaşmaz olduğunu ileri sürüyor. "Sanki toplumu değiştirmek için değil, okumuş yazmışları şaşırtmak için bu yolu tutmuştur o" diyor. Haldun Taner her ayrıcalık hevesinin kökeninde -aranırsa- bir kompleks, bir göstermecilik duygusu yattığının görüldüğünü söylüyor. Ve ekliyor: "Alçakgönüllü değerlerin güme gittiği bir ortamda herkesin 'ben de varım' diye bar bar bağırması, kişilikte ya da görünümde -bazen ikisinde birden- abartıya varması doğal karşılanmalıdır."

* * *

Müdür yardımcılığından atıldığının ertesi günü bir boyacı sandığı edinerek okulunun önünde öğrencilerinin ayakkabısını boyayarak tepkisini gösteren bu sıra dışı insanın yaşamını keyifle okudum. Asıl ilgimi çeken, onun ödün vermez kişiliği oldu. Ankara Sultanisi müdürlüğü yaptığı dönemde öğrencileri mezun etmek konusunda "müşkülpesent" davranmaması istenmiş, "Ankara Sultanisi boyacı küpü değildir" diye yanıt verince vekalet emrine alınmıştı. Genç Maarif Vekili Hamdullah Suphi, bu konuda bir daha düşünmesini isteyince, şöyle demişti Sakallı Celal:
"Bak Hamdullah, Meşrutiyet ilan ettik, olmadı; Cumhuriyet'i getirdik, gene olmadı. Bir de Ciddiyet'i denemeye ne dersin?"

* * *

Sakallı Celal'in mezar taşında "Bağban bir gül için bin hare hizmet eder" yazıyormuş. Yani "Bahçıvan bir gül için bin dikene katlanır." Yaşamını okuyunca, Sakallı Celal'in bin dikenle yetinmediğini, katlanılacak başka dikenler peşine düştüğünü de gördüm.